"Enter"a basıp içeriğe geçin

Islaklığın Anatomisi: Bir Eko-Erotika Denemesi

Prens Adaları’nın salgından ötürü kapanmasıyla beraber, Prinkipo’da doğanın seslerini bastıran tüm araçlar sahipleriyle beraber evlerine çekilmişti. Telefonlar salgının daha ilk haftalarında bir kenarda unutulmuş, alarmların yerini göçmen leyleklerin kanat çırpışları, azgın erkek kedilerin canhıraş naraları ve ağaçlardan uçuşan polenlerin uğultusu almıştı. 16. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu’nda vebadan kaçanların sığınağı olmasından beridir ada belki de ilk kez, çevresinin aşılmaz sularla çevrildiğini idrak ediyordu. Artmakta olan ölüm haberleri biz yerlilerine henüz bir telaş veya mahsûriyet duygusu hissettirmiyordu; Prinkipo, Marmara Denizi’nde egzotik bir çiçek gibi açmış, döllenmeyi bekliyordu. 

Henüz ne bahardı ne de yaz. Tanımsız bir mevsim yaşanıyordu; dolu yağıyor, şimşek çakıyor, mammatus bulutları şehri bir an görünmez kılıyor, sonra güneş açıyor, lodos yağmur yerine şehirden getirdiği çöpleri adanın müsilajlı kıyılarına usulca bırakıyordu. Ancak o zaman suların ötesinde, nefesleri maskeler ardında insanlar olduğunu hatırlıyorduk.

O yıl gerçekleşmeyen tek doğa olayı yağmurdu. Şehrin su şebekesi günlük kesinti sürelerini uzatırken, adanın eski evlerindeki sarnıç ve kuyuların paslanmış kapakları türlü gıcırtılarla açılıyordu. Bunca yıl karanlıkta unutulmuş yeraltı suları, kendilerine şaşkınca bakan insanların aksini bile yansıtmayı unutmuştu sanki; sadece içine atılan taşlara bas bir homurtuyla tepki veriyordu. Deniz suyuyla havuzları doldurmak için icat edilmiş su hortumları şimdi bu mahmur suları vakumluyor, adaya çeşme suyunun henüz ulaşmadığı yılları yarım yamalak hatırlayanlar, kollarını sıvamış gençlere talimatlar vererek bu suları her ihtimale karşın bidonluyordu. O ihtimal neydi, henüz kimse bilmiyordu.

Marketler raflarını boşaltıp birer birer kepenklerini kapatırken, kızılçam gölgelerinde biten yabani kuşkonmazlar, ebegümeçleri, meşe palamutları ve yabani anasonlar ana öğünlerimizin yerini almıştı. Kediler bile market mamalarını özlemekten vazgeçmiş, en semiz cinsine bile avcılıkta bir çeviklik gelmişti. Adalı bir komşu geçen yıl bahçesinden toplayıp kuruttuğu eriklerden votka yapıyor, küçük şişelere doldurduğu votkaları taze ısırgan otlarıyla ya da kilerlere stoklanmış konservelerle takas ediyordu. Takaslar işgücü gibi farklı şekillerde de gerçekleşiyordu; adada hayvancılık yapanlardan süt ve yumurta alınıyor, karşılığında kimimiz belli günlerde inekleri güdüyor, kimimiz de ağılların çatılarını onarıyordu. Para işlevini çoktan kaybetmişti. Bankamatiklere yürüyen sarmaşıklar, ekranlarından haykıran hatalı işlem sinyallerini bile bastırmıştı.

Prinkipo’da nüfus o kadar azalmıştı ki otuz kızılçam ağacına belki bir insan düşüyordu. Bir avuç insan, akşamüstleri ada meydanında kendiliğinden toplanmaya başlamış, kısa sürede birbirine aşina olan mahalleli sulama, takas, ormanda yenebilir bitkilerin tespiti gibi organizasyonlar için bireysel çabaların yetersizliğini kavrayıp, gruplar kurmaya başlamıştı. Bu yeni düzene adaptasyon kendi doğal akışında, hiç kimsede bir şaşkınlık yaratmaksızın gerçekleşiyordu. Herkes sanki yıllarca bu anı beklemiş, atalardan miras bilgiler sarnıç kapakları misali açılıp bir anda bilinç düzeyine çıkmıştı.

Öğrendiğimiz anlamda zaman da etkisini azar azar kaybediyordu. Zaman, –o da illa ki gerekliyse– Ay’ın döngüleriyle anlamlandırılmaya başlanmıştı. Adada âdet gören, tanıdık tanımadık tüm kadınların döngüleri de bu yeni hesap sistemiyle beraber birbiriyle uyumlanmış, doğurgan kadınlar arasında ilk dördüne denk gelen kolektif bir yumurtlama evresi yaşanmaya başlamıştı.

Kaynakların sınırlılığı ve yaklaşmakta olan ölüm kaygısı adalılarda belirgin bir libido artışına sebep olmuştu. Bir zamanlar seçeneklerin bolluğundan kafası karışan ergen-yetişkinler, yalnızlıktan korkanlar, frijitler, erken boşalanlar, kaçıngan bağlananlar, orta yaş kriziyle huysuzlaşanlar seçeneklerin az olduğu havuzdan birini bulabilmek için her an tetiktelerdi. Kelimelere dökülmese de havada feromonlarla karışık bir arzu dolaşıyordu.

Onu ilk kez, kurumuş bir derenin denizle buluştuğu su kıyısında gördüm. Oltasının ucuna kurşunlardan bir tomar bağlamış, yüzeyi müsilajla perdelenmiş denizde kancaya bir yol açmaya çalışıyordu. Beni göz ucuyla süzdükten sonra işine döndü. İkimiz de bakışmak ile tanışmak arasında ayrımın kalmadığı bir zamandan geçtiğimizin farkındaydık. Telaşa gerek yoktu, konuşmaya başlamamız muhtemelen an meselesiydi.

Ertesi hafta, tohum ekim grubunda yan yana düşünce birbirimize gülümsedik. Su kesintilerinin daimi bir hal almaya başlayacağı konuşuluyordu. Terlemeyi minimum seviyeye indirmek için güneş tepedeyken artık dışarı çıkılmıyor, tüm komite işleri şafak vakti ile öğle arasında ve güneşin Heybeliada’nın ardına çekildiği 17.00’den sonra yapılıyordu. Kuyu suları içme suyu olarak hanelere bölüştürülüp, kalanı adadaki kamusal arazilere ektiğimiz tohumları sulama amaçlı kullanılmaya başlanmıştı.

İsimlerimizi öğrenmemizin akşamında, adanın izbeliğinden aldığımız cesaretle ormanda buluştuk. Kadınlar Manastırı’nda sürgün olduğu yıllarda, Ayasofya’ya duyduğu özlemden ötürü, Prinkipo’nun şehre bakan yamacında bir taşa dönüştüğü rivayet edilen Efrosini’nin kayası üzerinde uzun uzun öpüştük. Bu kuraklıkta gözlerimizin arzuyla sulanmasına, ağızlarımızın ıslanmasına şaşırdım. Islaklığı şortunda da belirmeye başladı, kumaşta sudan bir ada oluşuyordu. Farklı familyalardan olmalarına rağmen aynı anda çiçeklenen bitkiler gibi, ıslaklığı hemen bana da bulaştı. Terimiz ve genital sıvılarımız yerçekimine biat etti, senkronize şekilde Efrosini kayasından süzülüp çakıllı ve kuru toprağa karıştı. İlk cemre toprağa düştü, diye aklımdan geçirdim. Aslında içi suyla dolu bidonlardan pek de farkımız yoktu. İçimizdeki suyu toprakla paylaştığımızda, bunun buharlaşıp bir gün üzerimize yağmur olarak yağma ihtimalini ona söylediğimde bu düşünce onu da tahrik etti. Yeniden sevişmek için hazırdı.

Daha sonra pek çok kez seviştik. Ancak birbirimize itiraf etmesek de hiçbiri bizi o ilk sevişmemiz kadar heyecanlandırmadı. Bir sabah, Aya Yorgi yokuşundan aşağı salınırken, dalları plastik su şişesi etiketlerinden yapılma çaputlarla ağırlaşmış bir ağacın yanında bir patika görünce elimi tuttu. Patikayı büyük bir merakla takip ettik. Yol bizi Aliye ve Karl Berger’in evinden kalan yıkıntılara çıkardı. Duvar seramiklerinden bir zamanlar mutfak olduğu anlaşılan alanda, beni tezgâha oturtup öpmeye başladı. Islaklığımızın aylardır su değmemiş bu tesisat kalıntılarına can verdiğini hayal edip, aynı anda geldik.  

Açık havada sevişmek bizde ne zaman bir alışkanlık hâline geldi hatırlamıyorum. Kendimize sanki bir misyon edinmiştik, bir zamanlar yaşamış olanla beraber bundan sonra doğacak olan farklı hayatların potansiyellerini içimizde taşıdığımızı keşfetmiştik. Bakterilere, mantarlara ve adını bilmediğimiz başka başka organizmalara can verebilecek suyumuzu paylaşmaya hazırdık. Belki de ölüme direniyorduk ve bu bizi heyecanlandırıyordu.

Bir gece sabaha karşı gök gürlediğinde, gözlerimizi aynı anda açtık. Karanlıkta birbirimize gülümserken, yatakta kalıp biraz dinledik. Yağmurun sesi bastırınca hemen üzerimize bir şeyler giyip sokağa çıktık. Tüm ada ahalisi sokakta, ellerini göğe uzatmış, zıplayarak suyu parmak uçlarıyla olabilecek en çabuk şekilde kavramaya çalışıyordu. Ya o an icat edilmiş ya da uzun zamandır icra edilmemiş bir dansa benziyordu. Yüzyıllar evvel, belki atalarımız kuraklık sonrasında bastıran yağmura o şekilde sevinmişti. Biz de diğerlerinin dansına katıldık. Adada yüzyıllar boyunca toprağa düşmüş tüm cemrelerin ve yaşamış tüm canlıların, insanların, balıkların, kedilerin, bitkilerin, minerallerin vücutlarımıza yağmurla penetre ettiğini hissettik. Doğada hiçbir şeyin kaybolmadığına o an inandık ve buna şükrettik.

Şimdi Prinkipo’da lodos nedeniyle vapur seferleri iptal edildiğinde, aklıma hem çok uzak hem de çok yakın bir geçmişin ortasında kalan bu günler geliyor. Neyse ki artık lodos, ertesi gününde yağmur getiriyor.

 

* Bu yazı, Manifold öncülüğündeki “Havanın Altı Unsuru” başlıklı yazı dizisi kapsamında, SAHA Sürdürülebilirlik Fonu desteğiyle üretilmiştir.

For English translation, please click here.